25 Haziran 2009 gecesinden beri dört bir yanda çocukluğun ölümü üzerine yazılıp çizilenlerin ışığında çocukluk kavramını sorgulamak kaçınılmaz oluyor. Çocukluğun tam olarak ne olduğu, hangi dönemi ve neleri kapsadığı üzerinde genel bir uzlaşı olsa da tarihsel süreç içerisinde aslında çok yeni ve tam manasıyla modern bir kavram olduğu genelde gözardı ediliyor. Bunun sebebi, bireye ömrü boyunca sarsılmaz bir ilham kaynağı ve zor günlerinde yad edip yaslanabileceği bir dayanak olan bir kavramın tamamen iktisadi ve kurgusal bir yapıdan ibaret olabileceği gibi bir düşünceyi kabullenmenin imkansıza yakın oluşudur belki de.
Susam sokağı, terleyince annenin ense köküne monte ettiği mendil, diz kapağı kabukları, ödünsüz dürüstlük, hayalgücünün sınırsızlığını sağlayacak kadar boş ve özgür vakitler... Hepsi bir kenara bırakıldığında çocukluk çok yeni bir kavram. Tarihsel düzlemde elbette ki her zaman bir çocukluk çağı vardı. Bu fiziksel bir gerçeklikti ve değiştirilmesi imkansızdı. Fakat bugün itibariyle devletin bu dünya üzerindeki 18. Yıldan itibaren bittiğini ilan ettiği çocukluk kavramı sandığımız gibi evrensel ve tarih boyunca korunmuş değil.
Bir zamanlar çocuk denen şey kısa boylu ve er ya da geç uzayacak insandı. 5 yaşına geldiğinde bugünkü yetişkin insanlar gibi davranmaları beklenirdi ve tarihsel kaynaklar 20. Yüzyıl öncesindeki herhangi bir tarih diliminde onlu yaşlarını süren bir bireyin bugünkü yetişkinlerle hemen hemen aynı olgunluğa ve onlarınki kadar düşünsel bağımsızlığa sahip olduğu konusunda hemfikir. 13. Yüzyılda “Çocuk Haçlı Seferleri” adı altında 30.000 çocuğun kutsal toprakları ele geçirme amacıyla Fransa ve Almanya’dan yola çıkıp İskenderiye’de köle olarak satıldıklarına ilişkin ciddi kanıtlar var. Bugün ise Gülşah, Hülya Koçyiğit’e kavuşmak için Antalya’dan kamyon kasasına atladığında bir çok anne tırnak yer.
Devlet ve 18 demiştik değil mi? Roma Katolik Kilisesi’ne göre bu yaş 7’ydi. “Akıl çağı” olarak adlandırmışlardı. Çocukluğun masumiyetine ve korunma içgüdüsüne dair 17. Yüzyıla kadar herhangi bir ibare yok. Üstelik o dönemlerde de çocukluğun kabullenilişi sadece aristokrasi sınıfına özgü bir istisna idi. Toplumların tüm katmanlarınca bu gerçekliğin tanınması yıllar alacaktı.
Modern anlamdaki çocukluğun doğuşuna yol açan tarihsel olay diğer bir çok vakada olduğu gibi Sanayi Devrimi’ydi. Sokaklarda “yazıyor!” diye ellerinde gazeteyle koşuşturan çocuklar, Oliver Twist gibi çabucak akla gelen görsellerin tamamı bu döneme dayanıyor. İşçilerin ciddi anlamda haklarının olmadığı ve 16 saat aralıksız çalışma koşullarının yaygın olduğu bir dönemde çocuklar yetişkinlerden farklı bir muameleye tabi tutulmuyorlardı. Devletin çocuklar üzerinde herhangi bir söz hakkı yoktu ve bir çok çocuk aile bütçesine katkı amacıyla dönem imalathanelerine satılırdı. Ailesi olmayan çocuklar ise büsbütün ortadaydı ve büyük kentlerde ciddi bir sorun olarak “çocuk suçları” kavramı ortaya çıktı. Gelişen makineleşme çocuk işçilerin fiziksel yetersizliğini ortaya çıkardı ve yüzyılın sonlarına doğru çalışma koşullarıyla birlikte, çocukların iş piyasasındaki yerleri de reformize edildi. 16 yaşından küçük çocukların çıraklık dışında çalışmaları yasaklandı ve iş piyasasından koparılmış başıboş çocukların suça yönelmeleri kaygısı “zorunlu eğitim” kavramını ortaya çıkardı. Peter Pan 1902’de yayımlanan The Little White Bird romanında ilk kez ortaya çıktı. Bugünkü anlamıyla çocukluk da böyle doğdu. 1950’lerin anne, baba ve iki çocuktan oluşan çekirdek ailesine ulaşılmıştı.
25 Haziran’a dönelim... Bu aslında bir Michael Jackson yazısı. Şu ana kadarki bölümün büsbütün alakasız geldiğinin farkındayım. Fakat şaşırtıcı olan nokta, çocukluğumuzla birlikte ölen adamın oldukça ironik bir şekilde çocuğun çocuk olmadığı zamanlardaki temsilcilerinin belki de sonuncusu olmasıydı. 5 yaşından itibaren deli gibi çalışması ve büyümesi beklenen, babası tarafından çalışması için şiddete ve tacize maruz bırakılan, tıpkı 20. Yüzyıl öncesi yaşıtları gibi bugün sahip olduğumuz çocukluk anılarına sahip olmayan biriydi. Ünlü ve zengin büyümesi yaşamı katlanılabilir hale getirmiyordu. Kriminologların ve sosyologların kaybedilmiş çocukluk döneminin birey üzerindeki etkileri üzerine tezleri MJ’i George Orwell’in zengin insanlar için kullandığı “Parası olan bir başka yoksul insan” kalıbına daha da yaklaştırıyordu. Hataları yaşanmamış çocukluğuna bağlanmıyordu, zira dünyanın en ünlü, en yetenekli, en yüksekteki insanıydı ve hep orada kalmak zorundaydı. Devletlerin çocuklar üzerindeki denetimine denk gelememişti zira istihdam rakamlarında bir istatistiki veri olmayacak kadar zengin ve iş piyasasının dışındaydı. Bir başka eşi daha olmayan bir arka plan. Hata yapmadan büyümeye zorlanması olabilecek en büyük hedef haline gelmesine rağmen bununla baş edemeyecek kadar kırılgan yaptı onu. Yıllar yılı üretilen onca şehir efsanelerini ve iftiraları çürütmek istediğinde türdeşleri gibi esip gürlemiyor, saf, çocuksu ve utangaç tavırlarla verdiği yanıtlar basın tarafından es geçiliyordu. Çocukken çok paraya sahip olunduğunda yapılacakların oluşturduğu hayallerin en bilinenlerinden birini gerçekleştirdi ve kendi çocuk parkını kurdu. Dünya onu kırklı yaşlarını yaşayan insan normlarında yargılamaya devam etti ve 5 yaşından beri çalışıp dünyanın en ünlü insanı konumuna gelen birinde otomatikman gözlemlenebilecek farklılıkları suç iftiralarına kaynak olarak kullandı.
Dünyanın hakkını veremediği çocukların en göz önündeki temsilcisi 25 Haziran 2009’da dünyaya bir çok yanıtı peşpeşe vermenin eşiğinde hayatını kaybetti. O günden beri Rainbow’un Stargazer parçasındaki zihinleri kontrol eden büyücü yok olmuş gibi farklı açıları ilk kez görür gibi olduk. Vitiligo’nun nasıl bir hastalık olduğunu, oksijen kabini efsanesinin saçmalığını, reklam çekimlerinde ciddi derecede yüzü yanan birinin psikolojisinin nasıl olabileceğini düşünmeye, tartışmaya başladık. Hayatlarımızda nasıl bir etki bıraktığını, çocukluğumuzun belki de en önemli süreçlerinde onun imzasını görür olduk. Bu da kuşkusuz bir suçluluk duygusunu beraberinde getirdi.
Blablarino adlı mağazadan bulunmuş Bad klibindeki deri ceketin aynısını sırtıma geçirip Discorium’da 8-10 kişiyle birlikte söz konusu klibi canlandırmaya çalıştığım, İstanbul’da konaklarken kaldığı ve okul yolumun üzerinde yer alan otelin kapısında o güne kadar eşini benzerini görmediğim ve kendisine tahsis edildiğini gazetelerden öğrendiğim arabasını gördüğümüz an servis camından sarktığım günleri, konserini Beleştepe’den polis gelip kovalayana kadar izlediğim anları daha net hatırlayabiliyorum şimdi. Ölümüyle gözlerimin önünden bir perde kalkmış gibi. Bu da açıkçası bir vicdan azabı eşliğinde oluyor. İftiralara verdiği yanıtlar bu kadar göz önündeyken, çektiği acı bu kadar aşikarken bunları yeni fark ediyor gibi olmak hiçbir zaman mükemmeliyeti hedeflememiş olsam bile kahredici. Bilinçaltlarının medya aygıtı karşısında koşulsuz teslimiyeti... Yaş kaç olursa olsun...
Michael Jackson’a dair üretilen efsanelerin ölümüyle birlikte kesilmeyeceği kesin. Geçtiğimiz hafta yayınlanan ve sahte olduğu açıklanan otopsi raporunda bile MJ’in sıradışı ve garipsenmesi gerektiği bilinçaltlarına emredilen yönleri bulunuyordu;
“Midesinde bir meyve ve ilaçlar dışında bir şey yoktu” . Doğru olduğunu varsayalım, ee? Herhangi bir batı ülkesinin üst sınıfından bir kadını ya da erkeği alın ve yaz mevsimine 2 ay kala o göbeği eritmesini söyleyip bir süre sonra kendisine otopsi uygulayın. Çıkan sonuç farklı mı olacak?
“Sayısız estetik ameliyatların izleri görülebiliyor”. Doğru olduğunu varsayalım, ee? İlk örnekteki kadın ya da erkeğe 40’lı yaşların ne kadar yaklaştığını anlatın ve tanıdığınız bir plastik cerrahın kartını verin.
“Ağrı kesici ve anti-depresanlara bağımlılığı görülebiliyor”. Doğru olduğunu varsayalım, ee? Kim bağımlı değil ki?
Medyanın bir insanı tanımadaki rolü MJ’in ölümünden sonra daha şiddetli tartışılacak kuşkusuz. İnsanların sıradışı yeteneklere sahip bireyleri kurumsal bir şiddetle yıpratma klişesi bize 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren radikalleşen bir süreç gibi gelebilir. Peki gerçekten öyle mi?
“5 yaşından beri sahnelerde, görüntüsü bir yaratığı andırıyor, ölü gibi soluk bir teni var, çok sıska ve cinsel tacizle suçlanıyor” Bu kalıp ilk bakışta MJ için söylenmiş gibi duruyor fakat gerçekte 19. Yüzyılda dünyanın belki de ilk süper starı Niccolo Paganini için kullanıldı. O güne kadar kimsede görülmemiş yeteneklere sahip bir keman virtüözü olan Paganini hayatını turnelerde geçirmiş, sınıfsal ayrımın engelleyemediği bir üne kavuşmuş, sahne performansıyla izleyenlere çığlıklar attırıp nihayetinde bayılmalarına yol açan konserlere imza atmıştı. Değişik görüntüsü ve kostümleriyle hakkında efsaneler üretilmiş ve bunların en ünlüsü olan üstün yeteneği için ruhunu şeytana sattığı dedikodusu ölümüne kadar kendisine eşlik etmiş ve hatta öldükten sonra da Başpiskopos kendisi için bir Hıristiyan cenazesi yapılmasını yasaklamıştı. Ciddi ciddi ruhunu şeytana sattığına inanılıyordu! İclal Aydın ve Nihal Bengisu Karaca gibilerinin mesleki açıdan köklerini 19. Yüzyıla kadar takip edebiliyoruz böylece.
Küresel medyayı ağırlayan ziyafet sofrası ölümünden sonra da toplanmayacak gibi. Sevenlerine düşenin ne yapmak olduğunu sırlayamayacağımız kadar çeşitli hayran kitlesine sahip biri için sanırım en iyisi müziğini daha çok nesile ulaştırmak ve kendisinin fazlaca hassas olduğu konulardaki gerçekleri iradesini, hükmünü esaretten kurtaramamışlar karşısında olanca gürlükte haykırmak olacak.
Her şey için sonsuz teşekkürler MJ.
Tüm çocuk işçilere ithaf edilmiştir.