6 Temmuz 2009 Pazartesi

Son Çocuk



25 Haziran 2009 gecesinden beri dört bir yanda çocukluğun ölümü üzerine yazılıp çizilenlerin ışığında çocukluk kavramını sorgulamak kaçınılmaz oluyor. Çocukluğun tam olarak ne olduğu, hangi dönemi ve neleri kapsadığı üzerinde genel bir uzlaşı olsa da tarihsel süreç içerisinde aslında çok yeni ve tam manasıyla modern bir kavram olduğu genelde gözardı ediliyor. Bunun sebebi, bireye ömrü boyunca sarsılmaz bir ilham kaynağı ve zor günlerinde yad edip yaslanabileceği bir dayanak olan bir kavramın tamamen iktisadi ve kurgusal bir yapıdan ibaret olabileceği gibi bir düşünceyi kabullenmenin imkansıza yakın oluşudur belki de.

Susam sokağı, terleyince annenin ense köküne monte ettiği mendil, diz kapağı kabukları, ödünsüz dürüstlük, hayalgücünün sınırsızlığını sağlayacak kadar boş ve özgür vakitler... Hepsi bir kenara bırakıldığında çocukluk çok yeni bir kavram. Tarihsel düzlemde elbette ki her zaman bir çocukluk çağı vardı. Bu fiziksel bir gerçeklikti ve değiştirilmesi imkansızdı. Fakat bugün itibariyle devletin bu dünya üzerindeki 18. Yıldan itibaren bittiğini ilan ettiği çocukluk kavramı sandığımız gibi evrensel ve tarih boyunca korunmuş değil.

Bir zamanlar çocuk denen şey kısa boylu ve er ya da geç uzayacak insandı. 5 yaşına geldiğinde bugünkü yetişkin insanlar gibi davranmaları beklenirdi ve tarihsel kaynaklar 20. Yüzyıl öncesindeki herhangi bir tarih diliminde onlu yaşlarını süren bir bireyin bugünkü yetişkinlerle hemen hemen aynı olgunluğa ve onlarınki kadar düşünsel bağımsızlığa sahip olduğu konusunda hemfikir. 13. Yüzyılda “Çocuk Haçlı Seferleri” adı altında 30.000 çocuğun kutsal toprakları ele geçirme amacıyla Fransa ve Almanya’dan yola çıkıp İskenderiye’de köle olarak satıldıklarına ilişkin ciddi kanıtlar var. Bugün ise Gülşah, Hülya Koçyiğit’e kavuşmak için Antalya’dan kamyon kasasına atladığında bir çok anne tırnak yer.

Devlet ve 18 demiştik değil mi? Roma Katolik Kilisesi’ne göre bu yaş 7’ydi. “Akıl çağı” olarak adlandırmışlardı. Çocukluğun masumiyetine ve korunma içgüdüsüne dair 17. Yüzyıla kadar herhangi bir ibare yok. Üstelik o dönemlerde de çocukluğun kabullenilişi sadece aristokrasi sınıfına özgü bir istisna idi. Toplumların tüm katmanlarınca bu gerçekliğin tanınması yıllar alacaktı.

Modern anlamdaki çocukluğun doğuşuna yol açan tarihsel olay diğer bir çok vakada olduğu gibi Sanayi Devrimi’ydi. Sokaklarda “yazıyor!” diye ellerinde gazeteyle koşuşturan çocuklar, Oliver Twist gibi çabucak akla gelen görsellerin tamamı bu döneme dayanıyor. İşçilerin ciddi anlamda haklarının olmadığı ve 16 saat aralıksız çalışma koşullarının yaygın olduğu bir dönemde çocuklar yetişkinlerden farklı bir muameleye tabi tutulmuyorlardı. Devletin çocuklar üzerinde herhangi bir söz hakkı yoktu ve bir çok çocuk aile bütçesine katkı amacıyla dönem imalathanelerine satılırdı. Ailesi olmayan çocuklar ise büsbütün ortadaydı ve büyük kentlerde ciddi bir sorun olarak “çocuk suçları” kavramı ortaya çıktı. Gelişen makineleşme çocuk işçilerin fiziksel yetersizliğini ortaya çıkardı ve yüzyılın sonlarına doğru çalışma koşullarıyla birlikte, çocukların iş piyasasındaki yerleri de reformize edildi. 16 yaşından küçük çocukların çıraklık dışında çalışmaları yasaklandı ve iş piyasasından koparılmış başıboş çocukların suça yönelmeleri kaygısı “zorunlu eğitim” kavramını ortaya çıkardı. Peter Pan 1902’de yayımlanan The Little White Bird romanında ilk kez ortaya çıktı. Bugünkü anlamıyla çocukluk da böyle doğdu. 1950’lerin anne, baba ve iki çocuktan oluşan çekirdek ailesine ulaşılmıştı.

25 Haziran’a dönelim... Bu aslında bir Michael Jackson yazısı. Şu ana kadarki bölümün büsbütün alakasız geldiğinin farkındayım. Fakat şaşırtıcı olan nokta, çocukluğumuzla birlikte ölen adamın oldukça ironik bir şekilde çocuğun çocuk olmadığı zamanlardaki temsilcilerinin belki de sonuncusu olmasıydı. 5 yaşından itibaren deli gibi çalışması ve büyümesi beklenen, babası tarafından çalışması için şiddete ve tacize maruz bırakılan, tıpkı 20. Yüzyıl öncesi yaşıtları gibi bugün sahip olduğumuz çocukluk anılarına sahip olmayan biriydi. Ünlü ve zengin büyümesi yaşamı katlanılabilir hale getirmiyordu. Kriminologların ve sosyologların kaybedilmiş çocukluk döneminin birey üzerindeki etkileri üzerine tezleri MJ’i George Orwell’in zengin insanlar için kullandığı “Parası olan bir başka yoksul insan” kalıbına daha da yaklaştırıyordu. Hataları yaşanmamış çocukluğuna bağlanmıyordu, zira dünyanın en ünlü, en yetenekli, en yüksekteki insanıydı ve hep orada kalmak zorundaydı. Devletlerin çocuklar üzerindeki denetimine denk gelememişti zira istihdam rakamlarında bir istatistiki veri olmayacak kadar zengin ve iş piyasasının dışındaydı. Bir başka eşi daha olmayan bir arka plan. Hata yapmadan büyümeye zorlanması olabilecek en büyük hedef haline gelmesine rağmen bununla baş edemeyecek kadar kırılgan yaptı onu. Yıllar yılı üretilen onca şehir efsanelerini ve iftiraları çürütmek istediğinde türdeşleri gibi esip gürlemiyor, saf, çocuksu ve utangaç tavırlarla verdiği yanıtlar basın tarafından es geçiliyordu. Çocukken çok paraya sahip olunduğunda yapılacakların oluşturduğu hayallerin en bilinenlerinden birini gerçekleştirdi ve kendi çocuk parkını kurdu. Dünya onu kırklı yaşlarını yaşayan insan normlarında yargılamaya devam etti ve 5 yaşından beri çalışıp dünyanın en ünlü insanı konumuna gelen birinde otomatikman gözlemlenebilecek farklılıkları suç iftiralarına kaynak olarak kullandı.

Dünyanın hakkını veremediği çocukların en göz önündeki temsilcisi 25 Haziran 2009’da dünyaya bir çok yanıtı peşpeşe vermenin eşiğinde hayatını kaybetti. O günden beri Rainbow’un Stargazer parçasındaki zihinleri kontrol eden büyücü yok olmuş gibi farklı açıları ilk kez görür gibi olduk. Vitiligo’nun nasıl bir hastalık olduğunu, oksijen kabini efsanesinin saçmalığını, reklam çekimlerinde ciddi derecede yüzü yanan birinin psikolojisinin nasıl olabileceğini düşünmeye, tartışmaya başladık. Hayatlarımızda nasıl bir etki bıraktığını, çocukluğumuzun belki de en önemli süreçlerinde onun imzasını görür olduk. Bu da kuşkusuz bir suçluluk duygusunu beraberinde getirdi.

Blablarino adlı mağazadan bulunmuş Bad klibindeki deri ceketin aynısını sırtıma geçirip Discorium’da 8-10 kişiyle birlikte söz konusu klibi canlandırmaya çalıştığım, İstanbul’da konaklarken kaldığı ve okul yolumun üzerinde yer alan otelin kapısında o güne kadar eşini benzerini görmediğim ve kendisine tahsis edildiğini gazetelerden öğrendiğim arabasını gördüğümüz an servis camından sarktığım günleri, konserini Beleştepe’den polis gelip kovalayana kadar izlediğim anları daha net hatırlayabiliyorum şimdi. Ölümüyle gözlerimin önünden bir perde kalkmış gibi. Bu da açıkçası bir vicdan azabı eşliğinde oluyor. İftiralara verdiği yanıtlar bu kadar göz önündeyken, çektiği acı bu kadar aşikarken bunları yeni fark ediyor gibi olmak hiçbir zaman mükemmeliyeti hedeflememiş olsam bile kahredici. Bilinçaltlarının medya aygıtı karşısında koşulsuz teslimiyeti... Yaş kaç olursa olsun...

Michael Jackson’a dair üretilen efsanelerin ölümüyle birlikte kesilmeyeceği kesin. Geçtiğimiz hafta yayınlanan ve sahte olduğu açıklanan otopsi raporunda bile MJ’in sıradışı ve garipsenmesi gerektiği bilinçaltlarına emredilen yönleri bulunuyordu;

“Midesinde bir meyve ve ilaçlar dışında bir şey yoktu” . Doğru olduğunu varsayalım, ee? Herhangi bir batı ülkesinin üst sınıfından bir kadını ya da erkeği alın ve yaz mevsimine 2 ay kala o göbeği eritmesini söyleyip bir süre sonra kendisine otopsi uygulayın. Çıkan sonuç farklı mı olacak?

“Sayısız estetik ameliyatların izleri görülebiliyor”. Doğru olduğunu varsayalım, ee? İlk örnekteki kadın ya da erkeğe 40’lı yaşların ne kadar yaklaştığını anlatın ve tanıdığınız bir plastik cerrahın kartını verin.

“Ağrı kesici ve anti-depresanlara bağımlılığı görülebiliyor”. Doğru olduğunu varsayalım, ee? Kim bağımlı değil ki?

Medyanın bir insanı tanımadaki rolü MJ’in ölümünden sonra daha şiddetli tartışılacak kuşkusuz. İnsanların sıradışı yeteneklere sahip bireyleri kurumsal bir şiddetle yıpratma klişesi bize 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren radikalleşen bir süreç gibi gelebilir. Peki gerçekten öyle mi?

“5 yaşından beri sahnelerde, görüntüsü bir yaratığı andırıyor, ölü gibi soluk bir teni var, çok sıska ve cinsel tacizle suçlanıyor” Bu kalıp ilk bakışta MJ için söylenmiş gibi duruyor fakat gerçekte 19. Yüzyılda dünyanın belki de ilk süper starı Niccolo Paganini için kullanıldı. O güne kadar kimsede görülmemiş yeteneklere sahip bir keman virtüözü olan Paganini hayatını turnelerde geçirmiş, sınıfsal ayrımın engelleyemediği bir üne kavuşmuş, sahne performansıyla izleyenlere çığlıklar attırıp nihayetinde bayılmalarına yol açan konserlere imza atmıştı. Değişik görüntüsü ve kostümleriyle hakkında efsaneler üretilmiş ve bunların en ünlüsü olan üstün yeteneği için ruhunu şeytana sattığı dedikodusu ölümüne kadar kendisine eşlik etmiş ve hatta öldükten sonra da Başpiskopos kendisi için bir Hıristiyan cenazesi yapılmasını yasaklamıştı. Ciddi ciddi ruhunu şeytana sattığına inanılıyordu! İclal Aydın ve Nihal Bengisu Karaca gibilerinin mesleki açıdan köklerini 19. Yüzyıla kadar takip edebiliyoruz böylece.

Küresel medyayı ağırlayan ziyafet sofrası ölümünden sonra da toplanmayacak gibi. Sevenlerine düşenin ne yapmak olduğunu sırlayamayacağımız kadar çeşitli hayran kitlesine sahip biri için sanırım en iyisi müziğini daha çok nesile ulaştırmak ve kendisinin fazlaca hassas olduğu konulardaki gerçekleri iradesini, hükmünü esaretten kurtaramamışlar karşısında olanca gürlükte haykırmak olacak.

Her şey için sonsuz teşekkürler MJ.

Tüm çocuk işçilere ithaf edilmiştir.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Mentor


Yıllar önce bir akıl hocam vardı. Gerçi geride bıraktığım yıllarda belki beşten fazla akıl hocam olmuştu fakat resmi sıfatı mentor olan sadece bir kişi vardı. Bu kişi, gene yıllar önce üye olduğum bir sivil toplum kuruluşunun genç öğrencilerin hayata bakış açılarını etkileyebilecek başarı öykülerine sahip insanlarla buluşturma programının bir parçasıydı.  Üç adet öğrencinin oluşturduğu grup, haftanın belli günleri bir işadamı, bir müzisyen ya da ünlü bir doktorla buluşup hayatı tartışıyordu.

Dernekte çok yeniydim, duyduğum her fikire yeni gelin gibi atlıyordum. Çalan kapılara bile atladığım oluyordu.  Bunlardan birinde karşıma Elinde Beşiktaş formalı Tayfur Havutçu çıkmıştı da dakikalar süren dumurun ardından kendisini içeriye almayı akıl edebilmiştim. Beşiktaş’ın deplasmanda Chelsea’yi 2-0 yenmesinden iki gün geçmişti, kaptan da formasını açık artırma için derneğe bağışlamak üzere gelmişti. Beklenenden erken gelmiş olacaktı ki binada ben ve diğer yeni gelin Medina’dan başka kimse yoktu. Kendimizi bir masada kaptanın karşısına konuşlanmış ve saçma sapan sorular sorarken bulmamız bu yüzdendi. “İbrahim Üzülmez mükemmel oynadı” diye girmiştik söze. Hakikaten de mükemmel oynamıştı.

- İbo İzmit’liydi değil mi Tayfur abi?

- Evet

Sivil toplum kolektivizminin bir parçası olmanın verdiği coşku bizi 16 saatlik sertifikalı Triaj eğitimine yöneltmişti bir kaç gün içinde. Bir kaza veya felaket durumunda yaralıların sınıflandırılması anlamına gelen triajın sertifikalı uzmanları olacaktık. Fenerbahçe’nin son iki başkanı ve hayatımda karşıma çıkmış tüm biyoloji ve coğrafya öğretmenlerinde olduğu gibi,  bir konuya dair en üst yetkilinin konunun özünü oluşturan terimleri asla telaffuz edememesi kuralına sıkı sıkıya bağlı eğitmen “kadadedelerin” sağlık durumlarına göre sınıflandırılması için renkli kurdeleler kullanmamızı öğütlüyordu. Gelen sağlık ekiplerine ihtiyaç duyacakları ölümcül zamanı kazandıracak bir yöntemdi. Acil müdahaleye ihtiyaç duyan yaralıya kırmızı, biraz daha az acil durumdakine sarı gibi gibi...  Fazlasıyla kafa karıştırıcı bir yöntemdi zira Kate Beckinsale’in Pearl Harbor adlı filmde yaralıları rujla işaretlemesi dışında canlı bir örneğini görmemiştik triajın.

 Sıfır ilkyardım bilgisiyle yaralıları sınıflandırırken dikkat edilecek hususlar bir kenara dursun yakınlarda bir çiçekçi olmadığında 4 farklı renkteki kumaş parçasını bulamayacağımız gerçeği en kötü gün gibi ortadaydı. Ağzına dayanan bir cep aynasında buğu oluşturmayan bir yaralının çoktan mefta olduğuna dair bir kanı oluşturmalı ve koluna siyah kurdele bağlamalıydık örneğin. Etik anlamda bir sorun teşkil edip etmediğini eğitmene sormaya karar verdim. Yanıt ondan gelmedi. Kırçıl saçlı, baygın bakışlı öğrenci bir arkadaş müdahale edip üçüncü gözümü açtı:

“Abi survival of the fittest işte yaa...”

Mentor mevzusuna dönelim. Ünlü bir sanayiciydi. İlk ve tek buluşmamıza grubun geri kalanını oluşturan iki öğrenci de gelememişti. Öyle ya da böyle oldukça basmakalıp bir ikili olmuştuk. Geçmişinde siyasi terazinin solunda fazlasıyla ağırlık yaratmış ve o günlerden Hadi Uluengin tarzı bir aydınlanmışlıkla “cinnet günleri” olarak bahseden bugünün liberal iş adamıyla, üniversitedeki ilk yılının başlarında, hocaları tarafından gözleri açılmış, çok uluslu şirketlerden ve onları hatırlatan her türlü sembolden nefret eden asi öğrenci tipi. Mentorunun gurur duyduğu ve gelişmişlik göstergesi olarak 60’ların Türkiye’sine kıyasla üstün gösteren büyük gökdelenleri dünyanın üzerindeki mezar taşları olarak gören klişe bir tipleme.

O ise geleceğimi benden daha iyi gördüğünü düşünüyordu. Gençlik yıllarında çalıştığı bankadan gizli komünist yayınların dağıtımını yaparken yakalandığı için kovulmuştu. Şili’de Allende’nin devrimi başladığında olayları yerinde görmek için kalkıp oralara gidecek kadar gözü karaydı. 40’ından sonra ise doğru yolu bulmuştu. Serbest piyasa ekonomisi ve Batı modernizmine koşulsuz eklemlenme. Fikirlerim fazlasıyla gençlik hezeyanı kokuyordu. Antik Mısır’da dahi dünyanın sonunun yakın olduğunu haykırıp duran kahinler vardı. “Biz antik bir kahinden daha fazlasını görebiliyoruz verilere dayanarak. Gezegendeki kaynaklar yetmediğinde başımıza neler gelecek?” diye sormuştum. “Isaac Asimov gezegendeki kaynakların en az 1000 yıl daha bize yeteceğini söylüyor” demişti. Vücudunda kendisine en az 20 yıl daha yetecek kadar kaynak bulunan Asimov’un 1983’de sıradan bir by-pass ameliyatı sırasında kaptığı HIV virüsünün bağışıklık sistemini çökertmiş olduğunu ve 1992’de bu sebeple öldüğünü bilmiyordu. Ben de bilmiyordum, zira bu sır tam da o günlerde, yeni yeni açığa çıkıyordu.

“Avrupa Birliği’ne üyelik yaşamsal bir zorunluluktur” demişti. Bu, Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans yapmamdan 5 yıl önce geçen bir konuşma olduğu için o sıralarda İsviçre’yi üye ülke olarak bilen şüpheci çoğunluktandım. Avrupa’nın kendi içinde bir sürü birlikçiğe bölüneceğini iddia ediyordum. Salt zihniyet transferiyle modernleşemeyeceğimizi, olsak olsak vitrini şık görünümlü köhne ve yozlaşmış bir mağazaya dönüşeceğimizden dem vuruyordum. Osmanlı Sadrazamı Mustafa Reşit Paşa’nın içerisinde eşitlik ve özgürlük temalı kararların yer aldığı Tanzimat Fermanı’nı Gülhane’de halka okuyacağı gün evden çıkmadan önce tüm ailesinden helallik aldığına dair anekdotu alışık olmadığım bir heyecanla anlattım. Görüşmeyi kısa kesmeye karar verdi. Çok toydum. Zamana ihtiyacım vardı. Yüksek lisansta Secularism dersini veren hocanın sigara molasında “Bu birlik çöker lan” dediği anı yaşamama daha çok vardı. Bir arazi aracıyla beni evine bıraktı. Oldukça kibar biriydi. Dernekte görevli olan kızına aşıktım. Bundan haberi yoktu. Kızının da öyle.

Kuruluşun o yıl İstanbul’da yapılacak olan NATO toplantısı için lojistik görevini üstlendiğini duyduğumda oraya gitmekten tamamen vazgeçtim. Sivillik neredeydi? Kolpa sebebim buydu. Oysa ki sıkılmıştım. Her şeyden çok çabuk sıkılırım. Bu yıl İstanbul’da yapılacak IMF toplantısının lojistiğinde görev yapacağım.  Toplantıya gelebilecek banka kalırsa tabii. Bir gün bir hastane odasında kolumda siyah bir kurdeleyle uyanırsam gidip kimi öldüreceğimi  artık biliyorum en azından.

 

-Protégé- 

13 Şubat 2009 Cuma

Baba ve Amai

Grubumla mezun olduğumuz lisenin gençlik festivalinde sahneye çıkacağımız gündü. Çok iyi bir davulcu değildim. Hala da değilim gerçi. İkinci sahne deneyimimdi. İlkinde çaldığımız tek parçanın daha ilk bölümünde bageti yerlerde aradığım anlar tazeliğini koruyordu. Çınlayan Murphy özdeyişlerini susturmanın yolu yıllar sonra mezun olduğu okula dönen öğrenci coşkusuna kendini kaptırmak gibi görünüyordu. Öyle de yaptım.  Spor salonunu tavaf edip, okul alanı içerisinde zaman durmuşçasına kati ve baki kalan hoca alışkanlıklarını gözlemleyip nostaljiyle dolmak gibi klişe hamleler yani.  

Bir de Muharrem abi vardı tabi. Liselerde kapı görevlisi olarak anılan fakat iş tanımı sıfatını çoktan aşıp geçmiş ve genelde öğrenciler tarafından çok sevilen babacan adamlar ekolünün sadık bir temsilcisiydi. Kısa boylu ve tıknazdı fakat alaya alınacak mesafeyi kolay kolay tanımazdı. Hun hakanı Attila’yı kısa boylu ve tıknaz olarak betimleyen tarihçi Roma’da pek ciddiye alınmamıştı. Biz almaya hazırdık. Fevri ve deli olduğu zamanlar çoğunluktaydı zira. Birilerinin ardından küfrederek koştuğu ve börek almaya çıkan öğrencileri okula sarsılmaz bir inatla almadığı manzaralara tanıklık etmeyen yoktu aramızda.

Nereye gidilirse gidilsin geride değişmeyen insan ve mekanların olduğunu görünce duyulan bilindik ve sıklıkla inkar edilen huzuru yaşatmada gecikmemişti Muharrem abi, vokalistimizin park ettiği arabayı okulun bahçesinden def etmeye çalışırken:

-Bunca yıl sonra saç sakal tamtakım halde okula gelmişiz abi bi selamlaşıverseydik hele.

-Ben anlamam çıkacak o araba bahçeden,  çok çok yarım saat dursun.

-Eyvallah.

Sahneye çıkacağımız vakit yaklaşmış, beyinler haziran güneşiyle pişmiş, yukarıdaki fotoyu çeken arkadaş nişanlandığını sigara molasında açıklamışken doğanın çağrısına yanıt vermek için doğru bir zaman gibi gelmişti. Yolu biliyordum, neticede benim okulumdu. Bahçeyi boydan boya geçip 7 yıl boyunca sonu rahatlamayla biten koridoru arşınlayıp tahta kapıdan içeri girdim. Ortam beklediğimin aksine karanlıktı. Göz alışınca da oranın olmam gereken yer olmadığını anlayabildim. Benzer bir hissi üniversitenin prefabrik öğrenci işlerinde daldığım bir odada iki memuru üstüste yakaladığımda yaşamıştım fakat bu sefer etrafta kimse yoktu. Bir ev gibi döşenmişti. Evdi ulan işte kenef değil. Muharrem abinin evi.  Diplomatik ilişkimizin bulunmadığı bir cumhuriyette pasaportsuz kalmak gibiydi. Bir an evvel firar etmek için kapının koluna elimi attığımda aşağı kattan bir çocuğun sesi geldi : “Baba?”

Hayatımda duyduğum en içten “baba” tonlamasıydı. İçgüdüsel bağı tek kelimede özetleyebilen türden. Baba kavramını kişilikten, görünüşten, davranışlardan soyutlayan cinsten. Muharrem abiyi birinin babası yapan. 

Çocuğun içten çağrısını yanıtlamayı çok isterdim. Yapamadım. Sessizce çıkıp gittim. Sahneye çıktım. Bageti  de düşürmedim.

Foto Londra turnemizden. Can Aslan tarafından çekildi. School Disco dışında bir yerde çalmadık. Orada da enstrumanlarımız yoktu gerçi. Bu post da resimde mesafeli duran klavyecimiz İzel’e ithaf olsun. Hünerli parmaklarını bu kez astsubayın yazı işleri için kullanıyormuş. Edirne’deki tertiplere selamlar. 14 Şubat’ta doğmuş bir de bildiğim kadarıyla mübarek. Gani gani senelere İzo. 

9 Şubat 2009 Pazartesi

"Vals im Bashir" aka The Curious Case of Ari Folman

Kabul etmek gerek, şu günlerde insanları bir İsrail filmine gitmeye teşvik edip filmin sanatsal değerini övmenin popüler olabilecek bir tarafı yok. Net ortamında gani gani logoların dolaştığı, İsrail ürünlerine boykot çağrısı yapıldığı günlerde film sektörü yine de cesaret edip 2 salonda da olsa gösterime sokmuş "Vals im Bashir"(Beşir'le Vals)'i Türkiye'de. Anadolu Kaplanları Sivasspor ve Kocaelispor İsrail takımlarından oyuncu almayı sürdürüyorlar gerçi. Dinleyin hele.

Bu yılki Altın Küre ödüllerinde en iyi yabancı film ödülünü kaptı Beşir'le Vals. 22 Şubat'taki Oscarlar için de önde gelen bir aday. Kaymağını Persepolis'in yediği politik animasyon türünün bir örneği gibi dursa da film politik değil. Konusunun özünde 1982'de gerçekleşen Sabra ve Şatilla katliamının yer alıyor olmasına rağmen, olayın taraflarının görüşlerini alıp ortaya bir belgesel koymaktan ziyade filmin aynı zamanda yönetmenliğini de üstlenen Ari Folman'ın geçmişine yönelik kişisel keşfine yer veriliyor. Katliamın sebebine ya da İsrail ordusunun Lübnan'ı işgalinin arka planına yönelik bir saptama hevesi yok. Evveliyatında Memento'da görüp aklımın plakasına kazıdığım "hafıza yanıltıcıdır" düsturunu kendisine şiar edinmiş ana anlatım, bir İsrail askerinin bugün dahi kaç kişinin öldüğü belirlenemeyen katliama dair hatıralarının üzerindeki silik örtüyü kaldırıyor diyelim daha fazla spoil etmeden. Zira başkalarına anlatması gerçekten güç olan bir film.

Netameli konusundan ve İsrail'in son Gazze saldırısının filmin popülerleşmesine denk düşmesinden ötürü bilindik önyargılardan arınmak gerekiyor izlerken. Film yaygın eleştirilerin de etrafında yoğunlaştığı gibi bir İsrail'i aklama çalışması değil. Hıristiyan Falanjistlerin katliamı gerçekleştiren birinci el olması ve olaya tanıklık eden ya da bizzat içerisinde yer alan İsrail askerlerinin bölük pörçük öz-soyutlamaları filmin genel temasını bastıracak bir unsur olamıyor. Zira hatıraların vicdanı rahatlatmak amacıyla deforme edilmesinin söz konusu ya da başka bir katliama tanık olup, etkin olmaya rağmen atıl kalmanın verdiği suçluluk duygusunu yok etmek için kullanıldığı yeterince vurgulanıyor. 

Yarın sağ, daha sağ ve en sağ şeklindeki üç siyasi partinin yarışacağı bir genel seçime sahne olacak İsrail için oldukça önemli bir film kuşkusuz. Zira filmi izleyen kimsenin yerinde olmak istemeyeceği askerler resmediliyor içerisinde. Bu açıdan bakıldığında eserin konusunu savaş yapanın gişe, savaş psikolojisi yapanınsa kült olduğu film sektöründe The Thin Red Line ve Full Metal Jacket gibilerinin yanında adını anmakta beis görülemeyecek bir yapıt olarak ortaya çıkıyor Beşir'le Vals. Animasyon yapımların genelde genç dimağlara hitap ettiği yönündeki temellendirme zahmetine girmediğim tespit eğer şimdi de geçerliyse, filmi izleyenler Saving Private Ryan'da ayet okuyarak tek kurşunla can alan Private Jackson karakteri kadar cool bir sima bulamayacaklardır ekranda. Kız arkadaşı tarafından terk edilmiş ergen hezeyanını eve tabutta dönerek yaratacağı intikam hissiyle bastıran asker onlara daha yakın gelecek, cehenneme giriş öncesi korkusunu hayali bir kadının kollarında eritmeye çalışan erkeklik kompleksinden sıyrılamamış çocuk animasyon olmasına rağmen el bombasını mikrofonmuş gibi tutan Frank Sinatra'dan daha gerçek görünecektir elbet.

Halt

Üstat Mario Levi "Satırsız gününüz geçmesin" diyerek bitirmişti yazı yaratımı kursunun ilk dersini. Elbette Latincesini söylemişti ilk olarak. Kuşkusuz çok daha afiliydi. Romalıların su kemeri, yollar, kamusal sağlık gibi modern topluma kazandırdıklarına ek bir özdeyişti. Söylenene göre antik Roma'nın notariusları(bildiğin noter) Alaric'in Vizigotları kenti yağmalarken işlerine aynen devam etmişler. Yazmaya ve kayıt altına almaya yani. Titanik'teki susmayan orkestra efsanesi gibi. Kölelerin efendilerine tecavüz ettiği bir ortamda "Ben burada ne halt ediyorum?" cinnetine kapılmadan paşa paşa yazmışlar.

Satırsız onlarca günüm geçti. Mario'nun yararlı tavsiyesine uymak için çaba gösterdiysem de başarılı olamadım. "Ben burada ne halt ediyorum" cinneti her daim baskın taraf oldu. Bunlardan birinde gecenin bir yarısında İngiltere'nin bilmediğim bir yerinin bilmediğim otobanında, patronumun yolda kalmış arabasını itekliyordum. Mola verdiğimiz bir anda patron açık kaputun ardında kaybolmuşken sırtımı tampona verip içimden haykırmıştım: "Ben burada ne halt ediyorum lan!" Bitirimler Sınıfı adlı Türk filminde Perihan Savaş'ın canlandırdığı şiddet yanlısı fakat iyi kalpli öğretmen karakterinin ahlak anlayışını Anglo-Sakson soğukluğuna yedirmiş bir emlakçı olan patronum tükenmişliğimi fark etmiş, çağırdığı kardeşinin arabasıyla beni evime postalamıştı. O ruhani cinnet ve tükenmişliğin sürekli hale gelmesiyle uzaklaştım satırlardan. 

Hafif ukala ve elitist bir yaklaşım benliğimi aldı götürdü ilerleyen günlerde; kendini bir türlü kendi yerini bulamayan bir puzzle parçası gibi görmek. Hayatın belli dönemlerinde zamanı durdurup çevrede olup bitenlere bakıp kendini soyutlama gafletine düşmek. Yazarının yine sen olduğu bir roman karakterinin başını gökyüzüne çevirip kaş kaldırması gibi. Yine öyle bir an. Son bir ay içerisinde ikinci kez hasta düşüp mendil yığınları oluşturmuşken "Ben burada ne halt ediyorum" demekten daha iyi bir seçenek olarak ilk kez yazmak göründü gözüme. Kapağı şimdilik kapatalım gazı kaçmasın. Satırsız gün de geçmesin.